29 Aralık 2011 Perşembe

Posta Kutuma Düşen Çorap


 Bugün mucizevi bir şey oldu. 
Sıradan hafta içi programım olan üniversiteye gitmek, kahvaltı niyetine dünyanın en berbat poğaçalarını iştahla hüpletmek, hocanın gelmesini beklemek, hocanın gelmesini biraz daha beklemek ve bilumum mastar ekli boktan işler derken akşamı etmiştim. Dolapta beni bekleyen 2 adet birayı düşleyerek peyderpey yağan yağmurun altında evin yolunu tuttum. Her zamanki gibi posta kutuma yöneldim. Aylardır beklediğim o kadının mektubunun gelmiş olabileceğini ümit ederek. Beklediğim mektup yerinde olmadığı gibi, hiç beklemediğim bir şey vardı posta kutumda: Dürülmüş çorap. 


Bir süre öylece bakıştık çorapla. Suratımın şekilden şekile girdiğini hissediyordum ama çorap, lacivert ve çok ciddiydi, kahkahayı basmanın ne yeriydi ne de zamanı. Ani bir kararla merdivenleri hızlıca çıkıp daireme girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarıma baktım anlamsızca. O sıra sorular da aklımda peydâ olmaya başladı: Posta kutumda çorabın ne işi vardı ? Postacının tatsız bir şakası mıydı bu ? Yoksa biri bana tehditvari bir mesaj mı vermek istiyordu ? Eğer öyleyse neden biri beni tehdit etsindi ki ? Çamaşır asarken bile çorapları eşleriyle yan yana asmaya özen gösteriyordum oysaki. anlamıyordum, anlayamıyordum ve içim içimi yiyordu...


Yan dairede oturan komşuma durumu açıklamadan posta kutusunun anahtarlarına ihtiyacım olduğunu, çünkü çok evvelden gelmiş olması gereken bir mektubun postacının dalgınlığına gelerek onun posta kutusuna atılmış olabileceğini söyledim. Amacım belliydi: Daha fazla paranoyaya bağlamadan bu durumu çözecektim. Anahtarı aldığım gibi posta kutusunu açmaya gittim. Kalbimin sesini derin bir nefesle bastırıp kutuyu açtım. Kutuyu açmamla beraber ağzım, burnum, gözüm de açıldı: çimen yeşili, gök mavisi çoraplar! Heyecanım artmıştı. Aynı bahaneyle bu kez karşı komşumdan anahtarını istedim: Nar çiçeği kırmızısı, zeytin yeşili, üzerinde çıpa şekli bulunan mavi çoraplar...


Bir gün beklemekten vazgeçtiğimde posta kutumda duran lacivert çorapları ayağıma geçirip, gideceğim.


Merak etmeyin, kartpostal atmayı ihmal etmem.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Sargın

"Her iyi yemekten sonra siyah çay içermiş başını geriye yaslayarak.Sadece sarhoş ve aşık olduğunda oturarak işermiş.Ailenin aptalı o imiş, öyle diyor.Gemisi şişenin içinde dururmuş, bazen sallar mutlu olurmuş.Gazetelerde savaş haberleri yokmuş, mertlik bozulmuş-muş..."


Tuhafta bir adı var, şey...Neydi ? Bokum ben diyor, bok! Bokların adı olmaz, kıvamı olur, kokusu olur adı olmaz.Toplum bokuyum ben, o sıçtı beni buraya.Bir bokun ödevi sıçıldığı yerde öööyle durmaktır, durmak ve toprağa karışmak...


Sabaha karşı 4-5 suları.Haydarpaşa Garı'ndayım.Okkalı bir yudum alıyor kırmızı tuborg'dan ve anlatmaya başlıyor: "O zamanlar Yakacık'ta oturuyoruz, 80'lerin ortası, bahçeli bir evimiz var.Bahçesinde 6'ya 6 çift kale maç yaparsın o derece.Huzurluyum, insanlar sıcak, bitkiler senin benim boyumda.Aydos'tan esen rüzgar çam iğneleriyle tutuşturduğumuz mangalı yelliyor, Marmara'daki bütün adalar, Yalova sahilleri önümde uzanmış.Düşün Kaşıkadası, şurup kaşığı kadar görünüyor.Sigaraya o güzelliğe daha yakın olmak için başladım.Ne keyif be..." Sigara çıkarıyor gömlek cebinden, yakıyorum.Kafası güzel.Saatine bakıyor ve "zamanı geldi" diyor.Neyin ? dememe fırsat tanımadan çıkarıyor oltasını." Tam iskorpit saati.Hafif aydınlandı mı hava yakalayamazsın." Bir-iki çektiğini alıyor.Sonrası ıskarta, hep kaya balığı.Kedinin tekine ziyafet çektiriyoruz anasını satayım.


Dalgakıran ilk gün ışığına hazırlanıyor.Balıkçı motorları dönüş yolunda.Anlatmaya devam ediyor.Belirli bir konu yok.Dinlemiyorum zaten artık.Mini etekli bir kadın beliriyor 20 metre ötemizde.Ağzında sigara denizi izliyor.Esen hafif meltemle gür saçları bir o yana bir bu yana savruluyor.Saçları dalgalardan yapılma.Sargın abi de bana anlatmıyor artık zaten, kendi kendine bir şeyler söylüyor.Tam anlaşılmıyor, yaklaşıyorum iyice, "Annem ölürse..." diyor.
"Annem ölürse ne yaparım...
Annem ölürse ne yaparım ben..."
Tekrarladıkça gözleri nemleniyor.58 yaşında bir adam gözlerimin önünde ağlıyor şimdi.Ve ben 58 yaşında bir adam nasıl teselli edilir bilmiyorum.


Onu bombok bir şekilde bırakıp denize bakan merdivenleri çıkıyorum."Dikkat et!" diye bağırıyor arkamdan : "Bastığın yerlere dikkat et! Güvercinler sıçmış olabilir, boka saplanmak istemezsin..."

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Kelimelerlerler

Kelimeler var. Bazısını hiç sevmiyorum. Baştan savma, çaresiz kelimeler bunlar.Mesela 'Ay' ve onun halleri için kullanılan kelimeler: Hilal, Yarımay, Dolunay...Yarımay resmen kolaycılık değil de nedir ? Yaralı Portakal desek fena mı olur yani ? İzlerken melankolik bir tat verir hem ? Ya da Kesik Tırnak desek Hilal yerine ? bilemedim şimdi...Dolunay içinse Büyürgezer iyi bence.

'Loş'a da ayrı bir gıcıklığım var zaten.Sen ki şarabı hatırlat,sen ki bir gözleri ahuluyu, bir gül yüzlü güzeli, bir ceylan bakışlı leylâ'yı düşlet ama adın 'Loş' olsun ? Oldu mu şimdi bu ? Olmadı, olmamalı! Daha fazla bahsedip canımı sıkmak istemiyorum efenim mazur görünüz beni.

Not: Fotoğrafta görülen resim yeşillik olsun, erik olsun diye kendi çizimlerimden alınmadır.Devamı gelebilir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...